hadi hayırlı uğurlu olsun kpss 2012 de bitti. ardından haberlerde geldi. çalınmış sorularla mı girmiş adaylar sınava... ne olacak ne hissedecekler belli değil. kpss 2010 da yapılan adaletsizlik daha hazmedilmemişken bir de bu çıktı başımıza. beyaz kalem yayın evlerinin soruları önceden aldığı söyleniyor. ne kadar doğru ne kadar yanlış bilinmez. ama öyle bir sey varsa bir kere de özür dileyin... bu kadar insanın emeği var sonuçta.
2010 daki sınavda yüzlerce kişi tam puan aldı. bir de kopya var diye sadece ikinci oturum sadece öğretmenlerin girdiği oturum yenilendi. kopya çeken adam sanki ilk oturumda genel kültür genel yetenekte çekmeyecek...
hatalar üstüne hatalar devam ediyor. senede binlerce mezun veren eğitim fakültelerine bir de fen- edebiyattan formasyonla gelen öğretmen adayları gelince bu insanları bir yığına dönüşüyor. öncelikle üniversiteye girişlerde öğretmen alımları durmalı. ya da az sayıda alınmalı. böylece nitelikli öğrenci artacak, üniversitelerin eğitim kalitesi de değerlenecektir. ancak nerde. eğitim fakülteleri ikinci öğretimle öğrenci almaya devam edecek gibi gözüküyor. bu kadar öğretmen adayına ne olacak. hadi onu da bıraktım okul ne olacak?
öğrenciler sürekli öğretmen değiştirmekten huzursuz. öğretmen bugün var seneye yok. ücretli öğretmenlik kolay iş imkanı sağlıyor. bugün 1600 tl maaş alan öğretmenle girdiği ders saati kadar yövmiye alan ücretli öğretmen devletin üstünden büyük bir yük almış oluyor.
ucuza eleman çalıştırıyor. tam verimli çağında ders çalışmaya mahkum alan kişiler var. mutlu olan fizik öğretmeni var mı mesela? 95 puandan yukarı puan almak zorunda kalıyorlar. 6 yıldır kpss'ye çalışan birinden nasıl bir verim bekleyebilirsin ki?
bir çok insan bununla ilgili dert dökebilir. haklılarda. çünkü hakları çalınıyor. üniversite bitirmek kolay değil, bir de atanamayan öğretmenler arasında hizipçiler ortaya çıktı. başbakana mektup yazan bir grup yalakalıktan başka bir şey yapamamış.
ne kadar kötü bir durumda olduğumuzun farkına varmak için ne yapılması lazım çok merak ediyorum.
neymiş öğretmenler bundan sonra üniversitedeki başarı puanlarına göre alınacakmış. kaç tanesi alınacak? üniversitelerdeki durumları da tartışmak lazım. bugün üniversitede ne kadar öğrencinin hakkı yeniyor bunu fark etmek lazım. gözümüzün önünde kopya çeken kendini üniversiteli sanan salaklarla aynı sınıfta olmak ne feci bir şey.
atanamamak, gelecek kaygısı ve bir de devlet tarafından gelen kandırmaca...
işimiz zor gerçekten çok zor. bu yazı uzar gider, dillere destan sorunları teker teker yazmaya gerek yok. ama hepimiz farkındayız. ama susuyoruz.
üç maymunu oynamak mesleki bir başarı olsa gerek...
8 Temmuz 2012 Pazar
7 Temmuz 2012 Cumartesi
üç yaşındaki çocuğun bir düşü var
kokunun eşlik ettiği yaşamda üç yaşındaki birine "allah" kavramını öğretmeye çalışmamak gerekir. bu tüm insanların "nevrotik kişiliğe" dönüştüğü dönemdir. sadece somut şeyleri düşünen bir çocuğa yığılan "ahlak, edep, günah, allah, cennet, cehennem" gibi soyut kavramlar onu iyi bir birey yapmaz sadece "korkak" yapabilir, "itaatkar" yapabilir. kendinin sürekli izlenildiğini düşünerek var olan keşif potansiyeli de azalır.
"kızar, söver" sözleri. allah kavramını nasıl anladığınızı da açıklar. eğer onu cezalandırıcı biri olarak görüyorsanız bekleyin siz zaten ona ceza veriyorsunuz. bir de "allah dede" kavramı. ataerkil toplumda allaha erkek vasfı yüklediniz...
müthişsiniz siz bir nevrotik karekter yetiştirdiniz.
"kızar, söver" sözleri. allah kavramını nasıl anladığınızı da açıklar. eğer onu cezalandırıcı biri olarak görüyorsanız bekleyin siz zaten ona ceza veriyorsunuz. bir de "allah dede" kavramı. ataerkil toplumda allaha erkek vasfı yüklediniz...
müthişsiniz siz bir nevrotik karekter yetiştirdiniz.
4 Temmuz 2012 Çarşamba
elimden gelenler
güne uyandırılarak başlamanın verdiği gerginlikle bakıyordum ona. çünkü ne istediğini bilen tavırları bir filmdeki başrol oyuncusu kadar belliydi. replikleri ceplerinde hazır geldiği ortadaydı. nabza göre şerbet vermek bu olsa gerekti. öyle bir ortamda benim elimden gelen sadece, ellerimi ovuşturmak ve tırnak yemekti. gerçek anlamda elimden sadece bunlar geliyordu. ayrıca ortamın gerginliğinden olsa gerek avuç içlerim terliyordu. bense belli etmeden pantolonuma havlu görevi vermiştim.belirli aralıklarla avuç içlerimi bastıra bastıra el çizgilerimin arasındaki gerginliği silmeye çalışıyordum...
çoğu kişinin basite alacağı durumlara büyük anlamlar yüklemek benim görevimdi. bundan olsa gerek hep aceleciliğim ve abartıcı yanımla eleştirilirdim. haklıydılar da kimse tanrı değildi. hele tanrıyı sorgulayan birinin insanlara tanrısal özellikler yüklemesi durumun da farklı bir ironisiydi.
topla kendini ve sana sıra geldiğinde tane tane konuş dedim kendime. bunları söylerken içimde var olan ast-üst kimlikleri ve çeşitli bir kaç benliği de keşfettim. keşfetmekle kalmamış içimde büyük bir piyes oynanıyordu. karşımdaki insanlara sadece gülümsemekle yetinebiliyordum. ve ellerimden gelen tepkiler de devam ediyordu.
kendine öz güven aşısı yapmış bir kişiyle aynı ortamda olmak zaten yeterince gerilmeme neden olmuştu. huzursuz bacaklarımdan biri titremeye başlamış, ayakkabımın içinde parmaklarım ayaklarımın altına burkulmuştu. şimdi içim dışım harekete geçmişti. neden böyle oldu gayet iyi biliyordum. sosyal fobi olarak da adlandırılacak bir durum yaşıyordum. ve beni sadece benim gibi biri varsa o anlar diye düşünüyordum.
azim ve hırs kelimelerinin birbirine tuzak olduğunu o anda fark ettim. azim iyiydi, hırs kötüydü. hırsın ezici bir gücü vardı. azim ise daha halktan, daha emek isteyen ve pozitif bir etkiye sahipti. o anda benim azim, karşımdakinin ise hırs olduğunu anladım. şimdiden güçlü-güçsüz ayrımı yapmış, önyargılarımın, hipotezlerimin doğruluğu ispatlanmıştı.
"yemeğe önceden tuz atan adamın önyargılıkla adlandırıldığı" cümlerler kurulmuştu çoktan. bunlar konuşulurken, baş parmağımdaki tırnağın kenarında beni rahatsız eden küçük et parçasını belli etmeden koparmaya çalışıyordum işaret parmağımla...
baş parmağıma azim, işaret parmağıma hırs dedim içimden. karşımdaki hırs bense bir parmak oldum sadece...buna benzer geçişler yaparken işte o an "bir çay daha alır mısınız?" diyen sese ben "teşekkür ederim gerek yok"dedim; karşımdaki "lütfen ama bu seferki biraz açık olsun" dedi. işte yine başlamıştı. fark etmeden başlayan bir hırs başlamıştı karşıdakinde. ve ben iyiyi oynamak zorundaydım. "açık çay içen çaydan anlamaz" dedim içimden. tıpkı şekerli çay içenlere karşı, şekersiz çay içenlerin üstünlük sağlaması gibi. "biz şekersiz çay içenler, biz demli çay içenler, çay bizim hakkımız! " diye savaş açtılar bana. çünkü ben tek şekerli içerdim çayı. ama çaydan anladığımı düşünürdüm. evet şekersiz çay içen biriyle rekabete giremezdim ama çayı açık içen birine üstünlük sağlayabilirdim...bunu bu kadar düşünmemin nedeni aslında orda benim ikinci bir bardak çaya ihtiyacımın olmasıydı.ancak bunu dile getirememiştim. ve şimdi kendimle kavga ediyordum.
yeni çaylarını yudumlarken karşımdakiler ben yine elimden geleni yapmaya çalışıyordum. o anda sehpa üzerinde duran gümüş kaplamalı dolmakalemde kendimi fark ettim. fark ettim çünkü tırnağımı ısırıyordum. iğrenç bir görüntüydü. çünkü karşımdaki kişinin elleri yumuşatıcı kremle yumuşatılmıştı. bunu ellerimi sıkıca kavrayıp selamlaşırken hissettim. müthiş bir duyguydu, ellerinin güzelliğini tokalaşırken hissettim. konuşurken de ellerini kullanıyordu. bense, bana ağır gelen çantayı kucağıma siper etmiş durumdaydım. kalemde yansımamı görür görmez elimi ağzımdan çektim.
hayır bunu yapmamalıydım şimdi de ellerim elinden geleni yapmaya çalışırken parmaklarımı çıtlatmaya başlamıştım. bu diğerinin bana bakmasına neden oldu. o anda durdum ellerine hakim olamayan biri kendine nasıl hakim olabilirdi?
bu olayı da atlattıktan sonra sıra minik bir öksürük krizine girmeme neden oldu. çok yapay kaçıyordu bir kaç defa "öhööö, öhöö" demek böyle bir yerde çok yersizdi. sahipsizdi. sahiplenmek istemezdim ama bu da bana aitti. tıpkı sahibinin arkasından gelen bir evcil hayvan gibi...
içimden şarkı söylemek istedim ama konuşulanları dinlemek zorundaydım. çünkü öğrenmem gereken şeyler olabilir, püf noktalarını kaçırmamam gerekirdi. dikkatimi konuşmaya ve karşımdakilerin mimiklerine yönelttim. ellerim ellerinden geleni yapıp terlerken bacağımdaki huzursuz kıpırtıyı durdurmaya çalışıyordum. hayır heyecanlanmamam gerekiyordu, hayır bunları hissetmemem gerekiyordu, hayır başka şey düşünmemem gerekiyordu...
çaylarından son yudumlarını alırlarken eğer tekrar yenilemek isterlerse ben de bir tane isteyecektim. ve "benimki demli olsun" diyecektim. bu belki sarsılan güvenimi yerine getirecek, karşımdaki kişiye otorite kurmamı sağlayacaktı.
umduğum gibi olmadı yeni bir çay gelmedi, başka ikram olmadı. bu kalabalık konuşmada kaç cümle kurmuştum? ne kadar hata yapmıştım? nerde açık vermiştim? diye düşünüyordum. ayak parmaklarımın ayaklarımın altında iyice büzüldüğünü hissettim. ayakkabı iyi ki vardı çünkü ellerimden geleni görenlerin ayaklarımı görmelerini hiç istemezdim. bunu istememe gibi bir hakkım vardı çünkü. bedenim özel alanımdı. bir iç geçirdim bunları düşünürken, tekrar gümüş dolma kalemde kendimi gördüm çantayı hala kucağımda tutuyordum. neyseki tırnaklarımı yemiyor, parmaklarımı çıtlatmıyordum. sadece bir terleme vardı bunu da sadece ben ve pantolonum hissediyordu.kafi dedim kendime.
konuşurlarken fısıldaşmalar olduğunu fark ettim. bu kötüye işaretti. demek ki ben diskalifiye edilmek üzereydim."onunla da görüşelim, seninle tekrar konuşuruz" der gibi bir ifade sezdim. bunu sezmemle, baş parmağımdaki tırnakta beni rahatsız eden küçük et parçasını sezmem aynı anda oldu. ve işaret parmağım tekrar devreye girdi. bu sefer hırs doluydu. azim; emek veren değil, ezik olan anlamına gelmeye başlamıştı ki; "hadi gidelim evlat" dediğini duydum karşımdaki kişinin...
hırs dolu işaret parmağım durdu, ellerim ellerinden geleni yapmış ve yorulmuş, pantolonumun kenarı na avuç içlerimi tekrar silmiştim. tekrar el sıkışacaktım ve terli bir eli sıkmak kimsenin hoşuna gitmezdi. ayak parmaklarımın, ayağa kalkmamla rahatladığını hissettim. "tamam baba" dedim. siper ettiğim çantamı elime aldım."teşekkürler doktor bey" dedim...
gülümse
"gülümse ne düşündüğünü bilmesinler"
der marquez ve çok şey anlatır bu söz...
kolera günlerinde aşk'tan etkilenmiş olan biri olarak bir şeyler yazmak istiyorum. öğrendiğim kadarıyla artık yazamayacak kadar hastaymış marquez haberler de doğruluyor. bakıldığında okunup geçilecek bir yazı. ama etkilenmemek elde değil. öyle koyu bir marquez hayranı değilim ama onu çok seven hayranlarını düşünüyorum da acaba ne hissediyorlar... ya da kendisi ne hissediyor. aklıma ilk gelen şey onun söyleyeceği tüm sözler kayıt altına alınmalı. şöyle bir örnekle bağlayabilirim hissettiklerimi; iksirli bir su akıyor ve bitecek o su doldur doldurabildiğin kadar ne kadar biriktirirsen o kadar kardır. o kaynak kurumadan tüm cümleler yazılmalı, çizilmeli bir şekilde biriktirilmeli...yine bu haber bana başka bir haberi çağrıştırdı. o da dünyada meydana gelen bir olayın diğer seferinin 150 yıl sonra gerçekleşeceği haberi. görmen lazım onu yoksa 150 yıl sonrası için bir şansın olmayacak...
garip çağrışımlar durağı olan beynimin neden bu haberleri bu şekilde birbirine bağladı bilemiyorum. ama ölüm döşeğindeyse eğer sevdiğin bir sanatçı, ya da kurursa o su kaynağı, ya da sen göremeden gerçekleşirse o doğa olayı.... hepsinin uyandırdığı kaygı ortada. hepsinde de sonsuzluk özlemi ya da ölüm korkusu yatıyor. milyon yıllık bir evren sanırım bizi bizden daha iyi biliyor ki en fazla bir asır kadar yaşamamızı sağlıyor...bir asır yaşamak (eğer şanslıysan diyebilirsin) ne kadar da az geliyor. bu durum başka bir soruyu yöneltiyor insana...o da karınca bir insanı algılayabilir mi?
elinizde gezinen bir karıncayı düşünün parmaklarınızı hareket ettirin.kendisi hızlanır tedirgin olduğunu anlarsınız. ama bir parmakta dolaştığını kavrayamaz. bir de aynı şeyi bizim için düşünün uzun bir yolda yürüyorsunuz. birden tedirgin oluyorsunuz adımlarınız sıklaşıyor...acaba aynı şey bizler için de geçerli mi bizde belli bir noktadan sonra algılayamıyor muyuz gerçeği?
sonsuzluk burda da devreye giriyor işte sonsuzluk yanında ölüm korkusu değil algılayamamazlık, anlam kuramamazlık devreye giriyor. bu da bir kaygı olabilir mi acaba? acaba biz de birilerinin avuç içinde mi dolaşıyoruz? bizleri labaratuvar farelerinden ayıran şey ne? labaratuvar fareleri gözlemlendiğinin farkında mı? o labirentin bitmeyeceğinin farkında mı? peki ya biz? bizlerin fark edemediği bir yer var mı? bizler de gözlemleniyor muyuz? belki de din labaratuvarlara benzer. sorgu melekleri, sağ ve soldaki melekler, aslında bizler hakkında rapor tutan gözlemciler var mı? ve labirent de bizim dünyamız mı?
burda da başka bir kaygı ortaya çıkıyor izlenme ve çıkmazda kalma korkusu. ebedi ve ezeli varlık kaygısı.
bunları düşünüyor mu marquez acaba? ya da ölenler gördüler mi gerçekliği ya da farklı bir boyut var mı yaşamda...
labirentteki fare ölür, avucundaki karınca ölür, marquez ölür, insan ölür...150 yıl sonra o doğa olayı tekrar yaşanır bir 150 yıl sonra başka birileri bunlara kaygılanır...belki o kaygılanan kişinin elinde, o doğa olayını izlerken marquez'in kitabı olur...
gülümse ne düşündüğünü bilmesinler...
aydınlatmaca
ben bile kendimi tanımazken sen nasıl da ruh ikizin olduğumu düşünebilirsin?
bir yol hikayesi
çok değildi istediğimiz. sadece bir kaç şarkı keşfetmekten, güzel bir film izlemekten ötesini düşünmeye gerek yoktu...
ancak bize verilen görevler ve yüklenen sorumluluklar yüzümüzdeki iyimser mimikleri çaldı. kaşlarımızı çattırttı..."güven" duygusunun korkulacağı ve aptalca olduğunu anlamamıza neden oldular. artık çoğu şeye içimizde sevinmeye başlamıştık. açık vermemek gerekiyordu duygularda. çünkü art niyetlerinden dolayı işgal edilecek özgürlüğümüz vardı. düşüncelerimize kara anlamlar yüklettirdiler. bir şeye sadece bakmak istedik, bir şeyi sadece olduğu için sevmek istedik saldırdılar. topla tüfekle olsa yine iyi. şekle sokup kalıplaştırdılar. izin vermediler. bir öz eleştiridir ki biz de itiraz etmedik. değmez dedik.
izlediğimiz şeylere göz alıcı reklamlar koydular. dediklerimize anlamlar yüklediler...kelime oyunları yaptılar kafamızı karıştırdılar. kendimizi bile tanımaz olduk artık. çok şeyken hayat anlamsızlaştı. zevk yasaklandı. mutluluk sadece masa üstü resimlerinde yeşille mavinin arasında bir yerde kaldı. ellerimize aletlerimizi aldık biz de başladık aramaya. neyi aradığımızı biz de bilmiyorduk ama olduğumuz yer ve bulunduğumuz zamanın yanlış olduğunu anladık. geleceğimize ellerimizde aletlerimizle gittik. bu arayışa savaş dediler. biz barış dedik. acilen barışmamız lazımdı hayatla yoksa onu anlamsızlıkla suçlamak içimize dert olmuştu...
yola koyulduk...yolda görüş mesafesi sıfır olduğundan sadece denenmiş yolları denedik. kaybolmamıza izin vermedik birbirimizin. ellerimizde aletlerle barışmak için yürüyorduk.bazen de koşuyorduk, bazen durup sigara içiyor, şarkı söylüyorduk. sevdiğimiz aforizmalar bizlere destek oluyordu....ama dikkat ediyorduk o sözler slogan olmamalı, sevdiğimiz şarkılar marşa dönüşmemeliydi.
ilerledik. çoğumuz genç gösteriyorduk ama tahmin edebileceğiniz gibi büyük düşünüyorduk, büyük düşünmek burda gerçek anlamındadır. büyük düşüncelerimizle kendi huzur evimizi kurduk. bu çok güzeldi çünkü bize bakacak memurlar yoktu. uyku saatlerimiz, uyku haplarımız yoktu...
devam ettik hala da devam ediyorduk var ettiğimiz dünya asla tapulu bir arazi değildi. bu çok güzeldi işte. kimsenin özel mülkiyetinde değildik, kamu malına da zarar vermiyoduk...çitleri aştık, birbirimize taş attık ama çiçek de topladık. sonra birer sigara daha yaktık...
anlam yükleme kaygısında olanlar çabuk yoruldular. yağmur yağınca çok sevindik saklanacak bir kuytuluk aramadık. yabani otlardan da sigara yaptık...yabani otlar bizlerin düşüncelerinde legaldi. fiziksel olarak değişmeye de başlamıştık. topluma ait geçerliliğini koruyan güzel vücutlar edindik.saçlarımız ve tırnaklarımız güzeldi. kıyafetlerimiz markaydı artık...
değişiyorduk. birbirlerimizi, değişimlerimizi alkışlıyorduk. yüzümüz de değişip güzelleşince bizi görenlere baktık şaşırarak. işte o zaman bizden ayrılanlar oldu. bize bakanlar, bize gıpta ettiklerini söyledikçe, bize yakınlaştılar, bizim gibi olmak istediklerini söylediler.bize bakanlara destek olanlar; bizden ayrılmış oldular. hayır bencil değildik. inanın; gerçekten onlar samimiyetsiz oldukları için böyleydik. bu hepimizin kararıydı.
sona gelmeceğimizi,bu yolculuğun bitmeyeceğini biliyorduk. ve bizler hala kısa ve öz davranıyoruz. yetiyor gibi geliyor bize. anlayabiliyoruz. uzatmaya gerek yok cümleleri çocuklar duvarları boyuyor bunu görüyoruz bir kaç ninni söyleyebiliriz. dandini dastanayı anlamasak da ninninin ne işe yaradığını anlıyoruz. bizleri uyutup da büyütenlere söylüyoruz; biz kendi yolumuzda tıpış tıpış yürüyoruz...
ancak bize verilen görevler ve yüklenen sorumluluklar yüzümüzdeki iyimser mimikleri çaldı. kaşlarımızı çattırttı..."güven" duygusunun korkulacağı ve aptalca olduğunu anlamamıza neden oldular. artık çoğu şeye içimizde sevinmeye başlamıştık. açık vermemek gerekiyordu duygularda. çünkü art niyetlerinden dolayı işgal edilecek özgürlüğümüz vardı. düşüncelerimize kara anlamlar yüklettirdiler. bir şeye sadece bakmak istedik, bir şeyi sadece olduğu için sevmek istedik saldırdılar. topla tüfekle olsa yine iyi. şekle sokup kalıplaştırdılar. izin vermediler. bir öz eleştiridir ki biz de itiraz etmedik. değmez dedik.
izlediğimiz şeylere göz alıcı reklamlar koydular. dediklerimize anlamlar yüklediler...kelime oyunları yaptılar kafamızı karıştırdılar. kendimizi bile tanımaz olduk artık. çok şeyken hayat anlamsızlaştı. zevk yasaklandı. mutluluk sadece masa üstü resimlerinde yeşille mavinin arasında bir yerde kaldı. ellerimize aletlerimizi aldık biz de başladık aramaya. neyi aradığımızı biz de bilmiyorduk ama olduğumuz yer ve bulunduğumuz zamanın yanlış olduğunu anladık. geleceğimize ellerimizde aletlerimizle gittik. bu arayışa savaş dediler. biz barış dedik. acilen barışmamız lazımdı hayatla yoksa onu anlamsızlıkla suçlamak içimize dert olmuştu...
yola koyulduk...yolda görüş mesafesi sıfır olduğundan sadece denenmiş yolları denedik. kaybolmamıza izin vermedik birbirimizin. ellerimizde aletlerle barışmak için yürüyorduk.bazen de koşuyorduk, bazen durup sigara içiyor, şarkı söylüyorduk. sevdiğimiz aforizmalar bizlere destek oluyordu....ama dikkat ediyorduk o sözler slogan olmamalı, sevdiğimiz şarkılar marşa dönüşmemeliydi.
ilerledik. çoğumuz genç gösteriyorduk ama tahmin edebileceğiniz gibi büyük düşünüyorduk, büyük düşünmek burda gerçek anlamındadır. büyük düşüncelerimizle kendi huzur evimizi kurduk. bu çok güzeldi çünkü bize bakacak memurlar yoktu. uyku saatlerimiz, uyku haplarımız yoktu...
devam ettik hala da devam ediyorduk var ettiğimiz dünya asla tapulu bir arazi değildi. bu çok güzeldi işte. kimsenin özel mülkiyetinde değildik, kamu malına da zarar vermiyoduk...çitleri aştık, birbirimize taş attık ama çiçek de topladık. sonra birer sigara daha yaktık...
anlam yükleme kaygısında olanlar çabuk yoruldular. yağmur yağınca çok sevindik saklanacak bir kuytuluk aramadık. yabani otlardan da sigara yaptık...yabani otlar bizlerin düşüncelerinde legaldi. fiziksel olarak değişmeye de başlamıştık. topluma ait geçerliliğini koruyan güzel vücutlar edindik.saçlarımız ve tırnaklarımız güzeldi. kıyafetlerimiz markaydı artık...
değişiyorduk. birbirlerimizi, değişimlerimizi alkışlıyorduk. yüzümüz de değişip güzelleşince bizi görenlere baktık şaşırarak. işte o zaman bizden ayrılanlar oldu. bize bakanlar, bize gıpta ettiklerini söyledikçe, bize yakınlaştılar, bizim gibi olmak istediklerini söylediler.bize bakanlara destek olanlar; bizden ayrılmış oldular. hayır bencil değildik. inanın; gerçekten onlar samimiyetsiz oldukları için böyleydik. bu hepimizin kararıydı.
sona gelmeceğimizi,bu yolculuğun bitmeyeceğini biliyorduk. ve bizler hala kısa ve öz davranıyoruz. yetiyor gibi geliyor bize. anlayabiliyoruz. uzatmaya gerek yok cümleleri çocuklar duvarları boyuyor bunu görüyoruz bir kaç ninni söyleyebiliriz. dandini dastanayı anlamasak da ninninin ne işe yaradığını anlıyoruz. bizleri uyutup da büyütenlere söylüyoruz; biz kendi yolumuzda tıpış tıpış yürüyoruz...
sünbülzade vehbi efendi şiiri
padişahın isteği üzerine yazdığı bir şiir; padişah "bana öyle bir şiir yaz ki ilk satırını okuduğumda seni öldürmek isteyeyim ikinci satırını okuduğumda seni ödüllendireyim" demiştir. onun üzerine bu şiiri yazmıştır.
Azm-u hamam edelim, sürtüştürem ben sana / Kese ile sabunu, rahat etsin cism-u can.
Lal-u şarap içurem ve ıslatıp geçirem / Parmağına yüzüğü, hatem-i zer drahsan.
Eğil eğil sokayım, iki tutam az mıdır? / Lale ile sümbülü kakülüne nevcivan.
Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam / Bir gümüş ibrik ile destine ab-i revan.
Salınarak giderken arkandan ben sokayım / Ard eteğin beline, olmasın çamur aman.
Kulaklarından tutam, dibine kadar sokam / Sahtiyenden çizmeyi, olasın yola revan.
Öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarda hiç / Düşmanın bağrına, hançerimi nagehan.
Eğer arzu edersen, ben ağzına vereyim / Yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman.
Herkese vermektesin, bir de bana versene / Avuç avuç altını, olsun kulun şaduman.
Sen her zaman gelesin, ben Vehbi’ye veresin / Esselamun aleyküm ve aleykümselam.
sünbülzade vehbi efendi
3 Temmuz 2012 Salı
şimdiki zamandan geleceğe götürülecekler
bir ilham perisi bekliyorduk hayatımızda...herkes yaşar ama herkes anlatamaz nadirleri de hayranlık uyandırır....kaygımız bu değildi, konumuza devam edelim...
toparlanması zor bir süreç geçiriyordum. bunu anlatmak,dile getirmek oldukça zor çünkü öğrendim. kötü bir şekilde öğrendim ama öğrendim işte fazla irdelemeye gerek yok.
çoğu duygunun "kopyala-yapıştır"yapıldığı konuşmalardan geliyordum ve fazla suskun kalıyordum. anlatmak istediklerim hiç bir zaman "işte bu " dedirten ya da "kadeh kaldırılacak" şeyler değildi. bir kompozisyon olsam yerim gelişme bölümünde olacak kadar etkiliydi. ne giriş kadar dikkat çekici, ne sonuç kadar tesir edici son söz söyleme kapasitem vardı.
lütfen yanlış anlamayın bunlardan hiç bir zaman (tabir-i caizse) gocunmadım bilakis mutluluk da duymadım. sadece iyi geçiş yapma insanıyım diyebilirim. "moralim bozuk bir uğrayayım mı?" diyenlere bir kahve ikram edecek kadar zamanım oldu. sanmayın kapım her gün çalar. gelen insan soran insan sayısı da bellidir. çoğunluk da onlarda benimki gelişme bölümünden gelmiştir. ya girişi kaçırmışlar ya da sonuca ulaşmaya gidiyorlardır. ben o anlarda (en fazla) onlara için birer vurgu unsuru olabilecek örnekler sunabilirdim...
bunları yaşarken keyif de alırdık birbirimizden. birbirimizi anlama gibi bir kaygı gütmedik hiç bir zaman.evime gelen insan şekerliğin nerde olduğunu bilirdi.sormasına gerek kalmaz fazla cümlelerle birbirimizi yormazdık. oldum olası -onlarda öyledir bahse girerim- yük olmak gibi bir kaygıyı taşıdığımızdan olsa gerek devrik cümlerle yormazdık birbirimizi..edebiyatımız da öyleydi. devrik cümleler ve nerde yapılacağı belli olmayan vurgulamalarla sanatımızı da kirletmezdik.tabaktan yemeği alıp ağzımıza sokup çiğnememiz kadar basittik. edebiyatımız da öyleydi ama ağızda bıraktığı tat tahmin edebileceğiniz gibi harikuladeydi...
bu yüzden yazdıklarıma güzel girişler yapamam. başlık koyabilecek alt yapı (üst beyin de diyebilirsiniz) insanı da değildim. sonucu da tahmininize bırakıyorum. imla hataları doluydu hayatımızda ve bu yüzden yazılarımız ve yaşantımız delice eleştirilebilirdi. bizler gözüne gözüne batırmazdık kimseye yaşadıklarımızı bu kaygıyı yaşayan biri olmamak günümüzde psikolojik boyutlarda incelenebilir ve sonuçta freudculara güzel dönor olabilirdik.
hayır asla depresif ya da asosyal (yorumuna göre sosyopat) karekterler de sergilemiyorum hayatta. bir ortamda veya bir davette akla gelebilecek insanlardanımdır.kesinlikle davet kartları elime ulaşmışımdır ama müsait olmadığım için o davetlere katılamamışımdır. bu yüzden bana kırılmazlar da. ha hani davete gelsem alkış da kopartmam başımdan aşağı konfeti de atmazlar. geldiğim için teşekkür ederler.
Ama çoğu davete hatalı kıyafet seçimi yapacak kadar da acemiyimdir. benim gibi olanlar da orada olduğundan kaygılanmam çay bahçesine gider gibi gittiğimiz sükseli davetlerde çoğunlukla benim gibi olanlarla bir çay bahçesinde çay içebilirim.
peki gelelim sonuç bölümüne. bu kadar yazdık yazdık başlangıç sonuç tutarlı olmalı, ama alakası olmayan paragraflar fark ettim ruhum daraldı. lisedeki edebiyat öğretmenim bu halimi görse üzülürdü. sen böyle değildin tekrar oku bakalım hatalarını göreceksin derdi. hayır hocam gerek yok bu yazıyı senden geçme notu almak için yazmadım. sadece yazmak için yazdım. bu kadar...burda bitiriyorum. sonucu ne olursa olsun. burda bitiriyorum.
yazdıklarımda ana düşünce arama gibi bir kaygınız olmasın....
toparlanması zor bir süreç geçiriyordum. bunu anlatmak,dile getirmek oldukça zor çünkü öğrendim. kötü bir şekilde öğrendim ama öğrendim işte fazla irdelemeye gerek yok.
çoğu duygunun "kopyala-yapıştır"yapıldığı konuşmalardan geliyordum ve fazla suskun kalıyordum. anlatmak istediklerim hiç bir zaman "işte bu " dedirten ya da "kadeh kaldırılacak" şeyler değildi. bir kompozisyon olsam yerim gelişme bölümünde olacak kadar etkiliydi. ne giriş kadar dikkat çekici, ne sonuç kadar tesir edici son söz söyleme kapasitem vardı.
lütfen yanlış anlamayın bunlardan hiç bir zaman (tabir-i caizse) gocunmadım bilakis mutluluk da duymadım. sadece iyi geçiş yapma insanıyım diyebilirim. "moralim bozuk bir uğrayayım mı?" diyenlere bir kahve ikram edecek kadar zamanım oldu. sanmayın kapım her gün çalar. gelen insan soran insan sayısı da bellidir. çoğunluk da onlarda benimki gelişme bölümünden gelmiştir. ya girişi kaçırmışlar ya da sonuca ulaşmaya gidiyorlardır. ben o anlarda (en fazla) onlara için birer vurgu unsuru olabilecek örnekler sunabilirdim...
bunları yaşarken keyif de alırdık birbirimizden. birbirimizi anlama gibi bir kaygı gütmedik hiç bir zaman.evime gelen insan şekerliğin nerde olduğunu bilirdi.sormasına gerek kalmaz fazla cümlelerle birbirimizi yormazdık. oldum olası -onlarda öyledir bahse girerim- yük olmak gibi bir kaygıyı taşıdığımızdan olsa gerek devrik cümlerle yormazdık birbirimizi..edebiyatımız da öyleydi. devrik cümleler ve nerde yapılacağı belli olmayan vurgulamalarla sanatımızı da kirletmezdik.tabaktan yemeği alıp ağzımıza sokup çiğnememiz kadar basittik. edebiyatımız da öyleydi ama ağızda bıraktığı tat tahmin edebileceğiniz gibi harikuladeydi...
bu yüzden yazdıklarıma güzel girişler yapamam. başlık koyabilecek alt yapı (üst beyin de diyebilirsiniz) insanı da değildim. sonucu da tahmininize bırakıyorum. imla hataları doluydu hayatımızda ve bu yüzden yazılarımız ve yaşantımız delice eleştirilebilirdi. bizler gözüne gözüne batırmazdık kimseye yaşadıklarımızı bu kaygıyı yaşayan biri olmamak günümüzde psikolojik boyutlarda incelenebilir ve sonuçta freudculara güzel dönor olabilirdik.
hayır asla depresif ya da asosyal (yorumuna göre sosyopat) karekterler de sergilemiyorum hayatta. bir ortamda veya bir davette akla gelebilecek insanlardanımdır.kesinlikle davet kartları elime ulaşmışımdır ama müsait olmadığım için o davetlere katılamamışımdır. bu yüzden bana kırılmazlar da. ha hani davete gelsem alkış da kopartmam başımdan aşağı konfeti de atmazlar. geldiğim için teşekkür ederler.
Ama çoğu davete hatalı kıyafet seçimi yapacak kadar da acemiyimdir. benim gibi olanlar da orada olduğundan kaygılanmam çay bahçesine gider gibi gittiğimiz sükseli davetlerde çoğunlukla benim gibi olanlarla bir çay bahçesinde çay içebilirim.
peki gelelim sonuç bölümüne. bu kadar yazdık yazdık başlangıç sonuç tutarlı olmalı, ama alakası olmayan paragraflar fark ettim ruhum daraldı. lisedeki edebiyat öğretmenim bu halimi görse üzülürdü. sen böyle değildin tekrar oku bakalım hatalarını göreceksin derdi. hayır hocam gerek yok bu yazıyı senden geçme notu almak için yazmadım. sadece yazmak için yazdım. bu kadar...burda bitiriyorum. sonucu ne olursa olsun. burda bitiriyorum.
yazdıklarımda ana düşünce arama gibi bir kaygınız olmasın....
Etiketler:
acemi yaşam,
çay bahçesi,
Freud,
kaygı,
psikoloji,
saçma etiketler,
şimdiki zaman
2 Temmuz 2012 Pazartesi
merkez üssü insan
kendini hayatın merkezinde tutup diğer insanlara fazlalık muamelesi yapma...bunu kendine de yaptırma....sevmediğin insanı uzaklaştırabilmelisin hayatından. boş verin çok arkadaş çok karışıklık demektir....
kendini keşfetme sanatı

kesinlikle kendinden bir şeyler bulacaksındır ya da anlamamışsındır filmlerini diyebilirim.
"zelig" ile başlayabilirsin mesela "whatever works" ile devam edebilirsin izlemeyenler varsa kesinlikle izleyin...
ne gerek var şimdi böyle şeyler yazmaya... yazacak bir şey bulamadın mı cık cık cık....
ne gerek var şimdi böyle şeyler yazmaya... yazacak bir şey bulamadın mı cık cık cık....
Etiketler:
keşif,
kişisel gelişim,
whatever works,
woody allen,
zelig
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)