çoğu kişinin basite alacağı durumlara büyük anlamlar yüklemek benim görevimdi. bundan olsa gerek hep aceleciliğim ve abartıcı yanımla eleştirilirdim. haklıydılar da kimse tanrı değildi. hele tanrıyı sorgulayan birinin insanlara tanrısal özellikler yüklemesi durumun da farklı bir ironisiydi.
topla kendini ve sana sıra geldiğinde tane tane konuş dedim kendime. bunları söylerken içimde var olan ast-üst kimlikleri ve çeşitli bir kaç benliği de keşfettim. keşfetmekle kalmamış içimde büyük bir piyes oynanıyordu. karşımdaki insanlara sadece gülümsemekle yetinebiliyordum. ve ellerimden gelen tepkiler de devam ediyordu.
kendine öz güven aşısı yapmış bir kişiyle aynı ortamda olmak zaten yeterince gerilmeme neden olmuştu. huzursuz bacaklarımdan biri titremeye başlamış, ayakkabımın içinde parmaklarım ayaklarımın altına burkulmuştu. şimdi içim dışım harekete geçmişti. neden böyle oldu gayet iyi biliyordum. sosyal fobi olarak da adlandırılacak bir durum yaşıyordum. ve beni sadece benim gibi biri varsa o anlar diye düşünüyordum.
azim ve hırs kelimelerinin birbirine tuzak olduğunu o anda fark ettim. azim iyiydi, hırs kötüydü. hırsın ezici bir gücü vardı. azim ise daha halktan, daha emek isteyen ve pozitif bir etkiye sahipti. o anda benim azim, karşımdakinin ise hırs olduğunu anladım. şimdiden güçlü-güçsüz ayrımı yapmış, önyargılarımın, hipotezlerimin doğruluğu ispatlanmıştı.
"yemeğe önceden tuz atan adamın önyargılıkla adlandırıldığı" cümlerler kurulmuştu çoktan. bunlar konuşulurken, baş parmağımdaki tırnağın kenarında beni rahatsız eden küçük et parçasını belli etmeden koparmaya çalışıyordum işaret parmağımla...
baş parmağıma azim, işaret parmağıma hırs dedim içimden. karşımdaki hırs bense bir parmak oldum sadece...buna benzer geçişler yaparken işte o an "bir çay daha alır mısınız?" diyen sese ben "teşekkür ederim gerek yok"dedim; karşımdaki "lütfen ama bu seferki biraz açık olsun" dedi. işte yine başlamıştı. fark etmeden başlayan bir hırs başlamıştı karşıdakinde. ve ben iyiyi oynamak zorundaydım. "açık çay içen çaydan anlamaz" dedim içimden. tıpkı şekerli çay içenlere karşı, şekersiz çay içenlerin üstünlük sağlaması gibi. "biz şekersiz çay içenler, biz demli çay içenler, çay bizim hakkımız! " diye savaş açtılar bana. çünkü ben tek şekerli içerdim çayı. ama çaydan anladığımı düşünürdüm. evet şekersiz çay içen biriyle rekabete giremezdim ama çayı açık içen birine üstünlük sağlayabilirdim...bunu bu kadar düşünmemin nedeni aslında orda benim ikinci bir bardak çaya ihtiyacımın olmasıydı.ancak bunu dile getirememiştim. ve şimdi kendimle kavga ediyordum.
yeni çaylarını yudumlarken karşımdakiler ben yine elimden geleni yapmaya çalışıyordum. o anda sehpa üzerinde duran gümüş kaplamalı dolmakalemde kendimi fark ettim. fark ettim çünkü tırnağımı ısırıyordum. iğrenç bir görüntüydü. çünkü karşımdaki kişinin elleri yumuşatıcı kremle yumuşatılmıştı. bunu ellerimi sıkıca kavrayıp selamlaşırken hissettim. müthiş bir duyguydu, ellerinin güzelliğini tokalaşırken hissettim. konuşurken de ellerini kullanıyordu. bense, bana ağır gelen çantayı kucağıma siper etmiş durumdaydım. kalemde yansımamı görür görmez elimi ağzımdan çektim.
hayır bunu yapmamalıydım şimdi de ellerim elinden geleni yapmaya çalışırken parmaklarımı çıtlatmaya başlamıştım. bu diğerinin bana bakmasına neden oldu. o anda durdum ellerine hakim olamayan biri kendine nasıl hakim olabilirdi?
bu olayı da atlattıktan sonra sıra minik bir öksürük krizine girmeme neden oldu. çok yapay kaçıyordu bir kaç defa "öhööö, öhöö" demek böyle bir yerde çok yersizdi. sahipsizdi. sahiplenmek istemezdim ama bu da bana aitti. tıpkı sahibinin arkasından gelen bir evcil hayvan gibi...
içimden şarkı söylemek istedim ama konuşulanları dinlemek zorundaydım. çünkü öğrenmem gereken şeyler olabilir, püf noktalarını kaçırmamam gerekirdi. dikkatimi konuşmaya ve karşımdakilerin mimiklerine yönelttim. ellerim ellerinden geleni yapıp terlerken bacağımdaki huzursuz kıpırtıyı durdurmaya çalışıyordum. hayır heyecanlanmamam gerekiyordu, hayır bunları hissetmemem gerekiyordu, hayır başka şey düşünmemem gerekiyordu...
çaylarından son yudumlarını alırlarken eğer tekrar yenilemek isterlerse ben de bir tane isteyecektim. ve "benimki demli olsun" diyecektim. bu belki sarsılan güvenimi yerine getirecek, karşımdaki kişiye otorite kurmamı sağlayacaktı.
umduğum gibi olmadı yeni bir çay gelmedi, başka ikram olmadı. bu kalabalık konuşmada kaç cümle kurmuştum? ne kadar hata yapmıştım? nerde açık vermiştim? diye düşünüyordum. ayak parmaklarımın ayaklarımın altında iyice büzüldüğünü hissettim. ayakkabı iyi ki vardı çünkü ellerimden geleni görenlerin ayaklarımı görmelerini hiç istemezdim. bunu istememe gibi bir hakkım vardı çünkü. bedenim özel alanımdı. bir iç geçirdim bunları düşünürken, tekrar gümüş dolma kalemde kendimi gördüm çantayı hala kucağımda tutuyordum. neyseki tırnaklarımı yemiyor, parmaklarımı çıtlatmıyordum. sadece bir terleme vardı bunu da sadece ben ve pantolonum hissediyordu.kafi dedim kendime.
konuşurlarken fısıldaşmalar olduğunu fark ettim. bu kötüye işaretti. demek ki ben diskalifiye edilmek üzereydim."onunla da görüşelim, seninle tekrar konuşuruz" der gibi bir ifade sezdim. bunu sezmemle, baş parmağımdaki tırnakta beni rahatsız eden küçük et parçasını sezmem aynı anda oldu. ve işaret parmağım tekrar devreye girdi. bu sefer hırs doluydu. azim; emek veren değil, ezik olan anlamına gelmeye başlamıştı ki; "hadi gidelim evlat" dediğini duydum karşımdaki kişinin...
hırs dolu işaret parmağım durdu, ellerim ellerinden geleni yapmış ve yorulmuş, pantolonumun kenarı na avuç içlerimi tekrar silmiştim. tekrar el sıkışacaktım ve terli bir eli sıkmak kimsenin hoşuna gitmezdi. ayak parmaklarımın, ayağa kalkmamla rahatladığını hissettim. "tamam baba" dedim. siper ettiğim çantamı elime aldım."teşekkürler doktor bey" dedim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder